by Prof.Dr. Ayhan Kaya
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Anadolu, tarih boyunca bir yandan deprem, kuraklık, sel ve b
enzeri doğal felaketlerin sıklıkla karşılaşıldığı bir coğrafya olurken diğer yandan doğanın kendisine sunduğu zenginlikler nedeniyle de uygarlıkların beşiği olmuştur. Fernand Braudel, Akdeniz uygarlıklarını konu alan kitaplarında sıklıkla bu iki özelliğin nasıl tarih boyunca ortaya çıktığını bizlere aktarmıştır. 6 Şubat 2023 tarihinde kutsal kitaplara konu olan, bilim tarihinin sayfalarında yer edinen, tarihte uygarlıkları yok eden türden bir deprem daha yaşandı Anadolu topraklarında. Bilimsel kaynaklara göre beş yüz yılda bir kırıldığı bilinen bir fay hattı kırılıp, bugüne kadar bilimin tespit etmediği ve beş bin yılda bir kırılan başka bir fay hattı tetiklenince depremin yıkıcı boyutlarının ne denli geniş bir coğrafyaya yayıldığına tanık olduk. Bir yanıyla doğal bir felaket olduğunu biliyoruz, ancak diğer yanlarıyla da konunun insan kaynaklı politik, toplumsal, kültürel kaynaklı olduğunu pekâlâ biliyoruz.
On bir ilimizde yaşayan 13 milyon üzerindeki insanımızı do
ğrudan etkileyen ve bütün Türkiye’yi yasa boğan depremin geride bıraktığı enkazın boyutları o denli büyük ki, depremin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel etkileri çok uzun yıllar devam edecek. Deprem felaketinin, sosyo-ekonomik ve siyasal açılardan neden olduğu yıkımın yanı sıra demografik anlamda da çok önemli etkiler yarattığı görülmektedir. Deprem, bir yandan, sayıları tam olarak bilinmemekle birlikte çok sayıda insanımızın ölümüne yol açarken, 3 milyonun üzerinde bir nüfusun ülke içinde göç etmesine neden olmuştur. Tahminlere göre yaklaşık 1,5 milyon kişi evsiz kalmış, depremin ilk haftasında 2,2 milyon kişi bölgeden ayrılmış ve 1 Mart 2023 tarihi itibariyle de göç edenlerin sayısı 3,3 milyon kişiyi aşmıştır.
Büyük ölçüde ülke içinde yaşanan göçün yanı sıra, sayıları konusunda henüz veri sahibi olmadığımız bir grup insanımız da Uluslararası dayanışma ile 1966 Varto, 1983 Erzurum depremlerinde de olduğu gibi kendilerine sağlanan kolaylıklar sayesinde Avrupa’ya göç etme eğilimi göstermiştir. Kitlesel Suriyeli göçünün neden olduğu demografik dönüşümden payını fazlasıyla alan Hatay, Kahramanmaraş ve Gaziantep gibi illeri vuran deprem bu kez milyonları bulan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını zorunlu göçe yönlendirmiştir. Kasırga, sel, fırtına, ağır yağış, tsunami, deprem, kuraklık, susuzluk, toprağın veriminin azalması gibi eko sistemi olumsuz etkileyen gelişmelerin neden olduğu zorunluluk so
nucu yaşanan göçleri literatürde ‘zorunlu göç’ olarak tanımlıyoruz. Doğal afetler ve küresel ısınma gibi olgular nedeniyle yerinden edilen insanların göç deneyimini tanımlamak için ‘çevresel mültecilik’ gibi kavramların da kullanıldığını biliyoruz. Deprem nedeniyle yerinden yurdundan olan insanların içinde yaşadıkları koşullar maruz kaldıkları prekaryalaşma süreçleri de söz konusu olduğunda ‘mültecilik’ haliyle eş anlamlı olabilmektedir. İlk kez Birleşmiş Milletler metinlerinde 1985 yılında kendine yer bulan ‘çevresel mülteciler’ (enviorenmental refugees) kavramının, yaşadıkları coğrafyanın doğal yollardan veya insanlar tarafından tetiklenen nedenlerden ötürü yaşanmaz hale gelmesi nedeniyle geçici veya sürekli bir şekilde geride bırakarak başka coğrafyalara göç eden kişileri ifade etmek için kullanılmıştır.
Türkiye’de tanık olduğumuz iç göç deneyimleri, uluslararası göç deneyimleri, kitlesel mülteci göç deneyimleri gibi insan hareketliliklerinin cumhuriyetimizin yüz yılına damga vurduğu bilinirken, bu denli çok sayıda insanımızın büyük ölçekli bir deprem nedeniyle kitlesel olarak göç etmesi gerçeğiyle belki de ilk kez karşılaşıyoruz. Bundan sonraki dönemde depremden doğrudan zarar görenlerin yaralarının el birliğiyle ve gönül birliğiyle sarılması tabii ki en b
üyük önceliğimiz olmaya devam edecektir. Barınma, eğitim, sağlık, güvenlik ve istihdam gibi temel ihtiyaçların giderilmesi için Adana, Mersin, Antalya, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlere göç eden milyonlarca insanın yaraları sarıldıktan sonra kendi evlerine, semtlerine, mahallelerine geri dönmeleri söz konusu olabilecektir. Ancak o süre zarfında, yerleştikleri yeni kentlerde, mahallelerde onlara kucak açılması, ihtiyaçlarının karşılanması, psiko-sosyal hizmetlerden yararlanmaları, çocukların eğitimlerinin devamının sağlanması gibi temel ihtiyaçları konusunda farkındalığın oluşturulması ve bu farkındalığın canlı tutulması gerekmektedir. Yerel yönetimlere düşen sorumluluk bu noktada oldukça fazladır. Sadece yerel yönetimler değil, yerel STK’lar, sorumluluk sahibi yurttaşlar olarak bizler gerek depremin doğrudan etkilediği bölgelerde gerekse depremzedelerin göç ettikleri yeni bölgelerde süreç yönetimine aktif olarak destek verebilmeliyiz. Yasımızı tutmaya devam ederken, hep birlikte yaralarımızı sarmaya ve birbirimize destek olmaya devam edeceğiz.